
Mehmed Âkif Ersoy
1873 yılında İstanbul’un Fatih ilçesinde dünyaya gelen Mehmed Âkif, Arnavutluk’un İpek kazasından tahsil için İstanbul’a gelmiş, Fâtih Medresesi’nde müderrislik yapan Temiz Tahir Efendi ile Buharalı Emine Şerife Hanım’ın oğludur. İlk öğrenimini mahalle mektebinde alan Âkif, henüz çocukluk yaşlarında Arapça öğrenmeye başlamış, bu süreçte babasının Emin Paşa köşkünde verdiği özel derslere de eşlik etmişti. Fatih Merkez Rüşdiyesi’ni bitirdikten sonra Mülkiye Mektebi’ne yazıldı; ancak babasının vefatı ve ailenin içine düştüğü ekonomik sıkıntılar nedeniyle Mülkiye Baytar Mektebi’ne geçiş yaptı. 1893’te büyük Fatih yangınında evleri yanan Âkif, bu şartlar içinde aynı yıl birincilikle mezun oldu. Ardından Ziraat Nezareti’nde göreve başlayan Âkif, Anadolu ve Rumeli’yi gezerek hem mesleki tecrübeler edindi hem de halkı yakından tanıma fırsatı buldu.
Sekiz on yaşlarında başladığı hafızlığını bu dönemde tamamlayan Âkif, Halkalı Ziraat Mektebi ile (1906) Çiftlik Makinist Mektebi’nde (1907) kitâbet-i resmiyye hocalığının ardından İstanbul Darülfünunu Edebiyat Şubesi’nde Osmanlı edebiyatı müderrisliğine tayin edildi (1908). 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanının ardından Ebül‘ulâ Zeynelâbidîn ve Eşref Edip’le birlikte devrin ilim ve fikir hayatında önemli yeri ve tesiri olan, hemen hemen bütün şiir ve yazılarının çıkacağı Sırat-ı Müstakîm (sonraki adı Sebilürreşad) mecmuasını başyazarlığını da yaparak yayımlamaya başladı (27 Ağustos 1908).
Balkan Savaşları sırasında Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin irşad heyetinde yer aldı; halkı camilerde verdiği etkileyici vaazlarla bilinçlendirdi. Millî Mücadele’nin başlamasıyla birlikte Ankara’ya geçerek hareketin manevi önderlerinden biri hâline geldi. Özellikle Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği tarihi vaaz, Anadolu’da moral etkisi yarattı. TBMM’de Burdur mebusu olarak görev yaptı. 1921 yılında kaleme aldığı ve mecliste büyük coşkuyla kabul edilen “İstiklâl Marşı”, onun milletle kurduğu manevi bağın en güçlü sembolüdür.
Zaferin ardından ideallerinin tam anlamıyla gerçekleşmediğini düşünen Âkif, 1925’te Mısır’a gitti. Orada hem Edebiyat Fakültesi’nde ders verdi hem de Kur’an-ı Kerim meali üzerine çalıştı. Ancak dönemin siyasi atmosferinden duyduğu rahatsızlık nedeniyle meali yayımlamaktan vazgeçti. 1936 yılında hastalanarak İstanbul’a döndü. Son günlerini dostlarının yanında geçiren Âkif, 27 Aralık 1936’da hayata veda etti. Edirnekapı’da toprağa verilen Âkif’in cenazesi, dönemin resmî makamlarından beklenen ilgiyi görmedi; fakat halkın ve öğrencilerin yoğun katılımıyla büyük bir vefa örneği sergilendi. Mezarı daha sonra Edirnekapı Şehitliği’ne taşındı.
Safahat (1911), Süleymaniye Kürsüsünde (1912), Hakkın Sesleri (1913), Fâtih Kürsüsünde (1914), Hâtıralar (1917), Âsım (1924) ve Gölgeler (1933) adıyla yayımlanan şiirleri Safahat adı altında toplanmıştır.
Mehmed Âkif Ersoy’un Anadolu’ya Halide Edip Adıvar’la Özbekler Tekkesi’nden geçtiği söylense de onun yolculuğu Karacaahmet’te başlamıştır. Ancak Mehmed Âkif’in Özbekler Tekkesi’nde zaman geçirdiği çeşitli hatıralardan anlaşılmaktadır. Eşref Edip, Mehmed Âkif’in Münir Ertegün’ü kardeş gibi sevdiğini, tekkede uzun sohbetler ettiklerini, birlikte ilahiler ve şarkılar söylediklerini aktarmaktadır. Dahası Âkif’in geleceğin büyük şairi olacağını ilk hissedenlerden biri olarak Ertegün’ün dayısı Şeyh Sadık Efendi’nin adı zikredilmektedir.